Eric Berkowitz sansürün Batı’da geçirdiği serencamı sınıf, ırk ve toplumsal cinsiyet merceğinden incelediği Tehlikeli Fikirler’de insanlığın kendi kendini neden ve nasıl susturduğunu, tarihi silmenin tehlikelerini (ve beyhudeliğini), sansürün çağdaş toplumu nasıl şekillendirdiğini ve günümüzde hangi biçimlerde zuhur ettiğini ortaya çıkarıyor.
İlk Çin imparatorunun kitaplara açtığı savaştan Vatikan’ın pornografi “yasağına”, Charlie Hebdo saldırısından sosyal medyaya uygulanan baskılara dek, çatlak sesleri bastırma çabası insanlık tarihi kadar eski. Eric Berkowitz sansürün Batı’da geçirdiği serencamı sınıf, ırk ve toplumsal cinsiyet merceğinden incelediği Tehlikeli Fikirler’de insanlığın kendi kendini neden ve nasıl susturduğunu, tarihi silmenin tehlikelerini (ve beyhudeliğini), sansürün çağdaş toplumu nasıl şekillendirdiğini ve günümüzde hangi biçimlerde zuhur ettiğini ortaya çıkarıyor.
Sansürün devlet aygıtıyla, fikirlerle ve kültürle ilişkisini çarpıcı örneklerle aktaran Berkowitz, “sahte haber” ve “nefret söylemi” gibi kanıksanmış tabirlere derinlik kazandırıyor, konuşma ile susturmanın iki bin yıllık çekişmeli tarihini gözler önüne seriyor.
“İki bin yıllık sansür tarihinde büyüleyici bir gezinti.” —The Financial Times
Kanada edebiyatının en önemli yazarlarından sayılan Marian Engel, Duygu Akın’nın çevirisiyle ilk defa Türkçe’de yayımlanıyor. Engel’in en önemli eseri olan Ayı (1976), cinsellik ve insan-hayvan ilişkisini irdelemesiyle uluslararası beğeni toplasa da Kanada’da yazılmış en tartışmalı kitap olarak görüldü. Bir kadının bir ayıyla karmaşık ilişkisini anlatan roman, Governor General’s Edebiyat Ödülü’nü kazandı ve Engel’in Kanada edebiyatında cesur ve farklı bir ses olmasını sağladı.
Kuzey Kanada’nın yalnız ve vahşi doğasında, aşkın ve kendini keşfetmenin sınırları zorlayan hikâyesi… Utangaç ve kendi halinde bir kadın olan Lou, Tarih Enstitüsü’nde çalışan bir envanter sorumlusudur. Merhum Albay Jocelyn Cary’nin evindeki ve mülkündeki envanter dökümünü yapmak için uzak bir adaya çağrıldığında, bunu tozlu bodrum katındaki ofisinde haritalar ve el yazmaları arasında geçen günlerinden uzaklaşmak için bir fırsat olarak görür. Ne var ki orada karşılaşacağı gizemli ve görkemli bir ayının, hayatının akışını sonsuza dek değiştireceğini bilmiyordur. Lou, doğanın kucağında bu hayvanla derin bir bağ kurdukça uykudaki arzularının ve özlemlerinin uyandığını fark eder. Bir yandan engin doğanın bir yandan da vahşiliğin büyüsüne kapılan Lou, toplumsal normlara meydan okuduğu bir kendini keşfetme yolculuğuna çıkar; bu yolculukta insan olmaya dair zihninde çizdiği sınırların nasıl bulanıklaştığını; evcil olmayanla kurduğu alışılmadık ilişkinin korkularını ve arzularını nasıl gün yüzüne çıkardığını keşfeder.
Engel’in çağrışımlarla ve referanslarla dolu anlatımı, aşk ile özgürlük arasındaki karmaşık gelgitleri ortaya dökerken, samimiyet ve bağlılıkla ilgili önyargılara da meydan okuyor. İnsanın kendine koyduğu sınırları sorgulayan, en ilkel arzuları kucaklamanın dönüştürücü gücünü ortaya koyan, insan ruhunun vahşiliğini doğanın evcilleşmemiş güzelliğiyle buluşturan ve keşfedilmemiş topraklara girmeye cesaret eden Ayı ile tanışmaya hazır olun.
ÖVGÜLER
“Tuhaf olduğu kadar da olağanüstü bir kitap; bir evin mutfağı kadar somut ama bir masal kadar incelikli ve aynı rahatsız edici tınıya sahip.” — Margaret Atwood
“Bu büyüleyici ve katmanlı roman, bir kadının, adım adım manevi özgürlüğüne ve gücüne ilerlerken nihayetinde tüm canlılarla bir olma duygusunu kucakladığı tuhaf (bazıları garip bile diyebilir) ve dokunaklı yolculuğunu anlatıyor.” — Margaret Laurence
“Bir kadının özgürlük arayışına dair tuhaf, tuhaf olduğu kadar da canlandırıcı bir kitap… hem mükemmel bir kaçış hem de entelektüel bir okuma.” — The Times
“Alışılmadık bir aşk ilişkisi ve yalnızlığın tehlikeleri üzerine nefis bir dille anlatılmış garip bir hikâye.” — The Scotsman
“Saf büyü… gerçeklerden halk masallarına, oradan da insan ruhunun zenginliğine uzanan simyavari bir dönüşüm…” — New York Times
“Bu acayip, şehvetli öykü bir mit kadar güçlü ve garip.” — Observer
“Kanada edebiyatının gelmiş geçmiş en iyi romanı.” — The National Post
YAZAR HAKKINDA
Marian Engel (1933-1985) Kanadalı roman, öykü ve çocuk kitabı yazarı. McMaster Üniversitesi Edebiyat Bölümü’nde lisans derecesini aldıktan sonra McGill Üniversitesi’nde Kanada Edebiyatı alanında yüksek lisans yaptı. Otuz yıla yayılan yazarlık kariyerinde romanlar, kısa öyküler ve denemeler de dahil olmak üzere birçok farklı türde eser verdi. Ulusal ve uluslararası yazar hakları alanında tutkulu bir aktivist olan Engel, 1973’te kurulan Kanada Yazarlar Birliği’nin ilk başkanı oldu. 1982’de Kanada Nişanı’na layık görüldü. 1985’teki ölümünden sonra Kanada Yazarlar Geliştirme Vakfı, her yıl kariyerinin ortasındaki bir kadın yazara Marian Engel Ödülü’nü vermeye başladı. Engel’in en önemli eseri olan Ayı (1976), cinsellik ve insan-hayvan ilişkisini irdelemesiyle uluslararası beğeni toplasa da Kanada’da yazılmış en tartışmalı kitap olarak görüldü. Bir kadının bir ayıyla karmaşık ilişkisini anlatan roman, Governor General’s Edebiyat Ödülü’nü kazandı ve Engel’in Kanada edebiyatında cesur ve farklı bir ses olmasını sağladı. Yazdıklarıyla kadınların günlük deneyimlerine, mutluluk ve kendini gerçekleştirme arayışlarına odaklanan Engel, eserlerini “mükemmeli aramak üzere yetiştirilen insanın kusurlu bir dünyayla başa çıkma şeklinin” keşfi olarak görüyordu. Marian Engel’in derin edebi katkıları bugün de okurlar arasında yankılanmaya devam ediyor.
THE NEW YORK TIMES’A GÖRE YAYIMLANDIĞI YILIN EN İYİ 10 KİTABINDAN BİRİ
ULUSAL KİTAP ÖDÜLÜ FİNALİSTİ
Bir ağustos günü, Rusya’nın kuzeydoğu ucundaki Kamçatka Yarımadası’nın kıyılarında biri yedi, diğeri on bir yaşında olan iki kız kardeş kaybolur. İki kızın kaçırıldığına neredeyse kesin gözüyle bakılmaktadır ama haftalar, aylar geçerken, polis soruşturmasından somut bir şey çıkmaz. Bu olay, yaşanan acının yasını ve öfkesini belki de en derinden hisseden kadınlar başta olmak üzere tüm Kamçatka’yı etkisi altına alacaktır.
Julia Phillips’in, sık ormanları olan, engin tundra bitki örtüsüne sahip, volkanik tehlikelere gebe, toplumsal ve etnik gerilimlerin uzun zamandır biriktiği bu bölgedeki gözlemleri ve tanıklıklarından yola çıkarak kaleme aldığı Kamçatka’da Bir Kayıp Vakası, akıl almaz bir suçun birbirine bağladığı karakterleriyle çok sesli ve sarsıcı bir roman.
“Öyle bir sonu var ki önceki tüm bölümleri hemen tekrar okuma hissi yaratıyor.” –New Yorker
“Bu hayret verici ilk romanın merkezinde iki kayıp kızın gizemi yatıyor ve ırk, cinsiyet, aile ocağı ve akrabalık ilişkilerinin giriftliği de hem bu gizeme hem de pek çok başkasına ışık tutuyor.” –Tayari Jones
“Kaybolan iki kızın gizemi bir yıl içerisinde bazen sönümlenip bazen harlanırken, her bir bölüm Kamçatka’daki bir kadının hayatını anlatıyor.” –Vanity Fair
“Romanın asıl kuvveti Phillips’in yas ve özleme dair yaptığı derin sorgulamada yatıyor.” –Ivy Pochoda
“Yerüstünde önü alınamayan yangınlar, hava kirliliği alarmları, benzeri görülmemiş kuraklıklar, makinelere sıkışan kâğıtlar, öğretmen grevleri, ayaklanmalar, devrimler, dayanılmaz derecelere yükselen rekor sıcaklıkla geçen yazlar varken aşağıda, havuzda sıcaklık hep yirmi yedi gibi tatlı bir derecede seyrediyor.”
Yüzücüler, havuz rutinleri (yavaş, orta ve hızlı kulvarcılar) haricinde birbirleri için bilinmezler. Her biri, kaçışı kulaç atmakta bulduğu için orada. Ama havuzun dibinde bir çatlağın belirmesiyle, rahatın ve huzurun olmadığı acımasız bir dünyaya sürülüyorlar.
Yüzücülerden biri, Alice, yavaş yavaş hafızasını yitirmekte. On3un için havuz, sinsice sızan demansın karanlığına karşı son savunma hattıydı. Hızla bulanan zihni düne –çocukluğuna, toplama kamplarında geçen yıllarına– doğru kaçarken, uzun süre önce koptuğu kızı giriyor bugününe, geç de olsa. Annesinin hastalığının yıkıcı ilerleyişine tanık olurken, ilişkilerinin kuruyup çölleşen paramparça arazisinde yolunu bulmak zorunda.
Anneler ve kızları, keder ve anılar, sevgi ve geri dönüşsüz kaybın kulvarlarında yüzen Yüzücüler, efsunlu ve unutulmaz bir düş. “Yeni bir Otsuka romanı geliyor ki bizler yeniden yaşamaya başlayabilelim.”-COLSIN WHITEHEAD“Her on yılda bir, bizlere bir Otsuka romanı bahşediliyor. Bu seferki bir yüzme tesisindeki yazılı ve yazılı olmayan kurallar kataloğu gibi başlayıp bir annenin demansı ve kızının ona sevgisi üzerine güçlü bir hikâyeye dönüşüyor. Otsuka uzun yıllar yazmayacak olsa da sorun değil; bu kitap tadını çıkararak tekrar tekrar okumalık.”–Washington Post“Bu güzel ve zarif romanın böyle çok üzüntü, kayıp ve sevgiyi sayfalarına sığdırabilmesine hayret ediyorum: edebi bir mücevher.”–NICCI GERARD“Julie Otsuka kimselere benzemiyor… İnsanın kalbini kıran, afallatacak derecede iyi bir kitap.”–REBECCA MAKKAI
“Her gezegenin yıldızı yoktur. Bazıları herhangi bir güneş sisteminde yer almaz. Tek başınadır onlar. Başıboş gezegen denir adlarına.” Kocasının ölümünün ardından, bir yandan galaksimizin ötesinde yaşam bulmaya çalışırken bir yandan da kendi yaşamını baştan inşa etmek zorunda kalan ve bu süreçte yeryüzünde kurulan bağların gücünü keşfeden bir kadının, ünlü astrofizikçi Sara Seager’ın gerçek ve büyülü hikâyesi.
Sayısız yıldız ve sayısız olasılıkla dolu gökyüzüne on yaşında vurulmuştu Sara Seager. Yıllarını ötegezegenlere, yaşam barındıran ve erişilmesi hayal gibi görünen uzak dünyaları bulmaya adadı ve gezegen biliminin parlayan yıldızlarından biri oldu. Ama kocasının ani ölümüyle her şey değişti. Kırk yaşında, iki küçük oğlan ve elinde kocasının manav alışverişi gibi gündelik –ama o güne kadar kendisi MIT’nin astrofizik laboratuvarını yönetirken kocasının üstlendiği– işler için yazıp bıraktığı notlarla kalakalmıştı. Hayatında ilk kez kendini evrende yapayalnız hissetti. Sara Seager bu delicesine dürüst anı kitabında, yaşamına yeniden yön verişinin tökezlemelerle dolu hikâyesini paylaşıyor bizlerle. Ötegezegenlerin peşine düşerek, onların yabancı güzelliğinde teselli araması (eşinin ölümünden bir yıl sonra Time dergisi tarafından uzay çalışmalarındaki en etkili 25 insan arasında gösterilecekti); kendisine uzanan yabancı eller sayesinde, neredeyse uzayda yaşam kadar mucizevi görünen insani bağları keşfedişi; ev tadilatından romantik hayata hemen her konuda önerileriyle onun yanında duran bir grup kadın… Ve en beklemediği şey: Dünya’ya eş bir yıldızı ararken, dünya üstündeki milyarda birlik bir eşleşme.
1980’ler. Glasgow şehrinin adeta öleyazdığı, ailelerin güçbela ayakta kalabildiği bir dönem. Ne var ki orta yaşlarındaki alımlı Agnes Bain daha fazlasını hak ettiğine inanır; müstakil bir ev sahibi olmak, istediğini satın almak gibi… Gelgelelim taksi şoförü kocası tarafından sürekli aldatılan Agnes, üç çocuğuyla birlikte harap olmuş bir madenci kasabasında yaşamaya mahkûm olur. Çocukları, yavaş yavaş alkol batağına saplanan Agnes’i kurtarmak için ellerinden geleni yapsalar da, bir süre sonra kendilerini kurtarmak için bir bir onu terk ederler. Yalnızca en küçükleri Shuggie, bir gün düzeleceği ümidiyle annesinin yanında kalır.
Farklı bir çocuk olan Shuggie, annesinin iddialı tavırlarını benimser. Ancak davranışları yüzünden madenci çocukları onu hırpalarken yetişkinler tarafından da acımasızca yargılanır. Diğer oğlanlara benzemeye çabalayan Shuggie, bir yandan da annesini kurtarmak, bu yoz ortamdan çıkarmak derdindedir.
Douglas Stuart’ın romanı Shuggie Bain yoksulluğu, sevginin sınırlarını ve kibrin beyhudeliğini ortaya seren, sakınmasız tavrına karşın olağanüstü çarpıcılıkta ve güzellikte bir eser.
“Bağımlılık, cesaret ve sevgi üzerine bu şaşırtıcı şekilde içten, duyarlı ve sürükleyici ilk roman bizi şaşkınlığa uğrattı… Yıkıcı tutkulara ve aile kurumuna dair alabildiğine hüzünlü, bununla birlikte umudun büsbütün solmadığı bir sorgulama.”
Booker Ödülü Jürisi
2020 Booker Ödülü 2020 Amerikan Ulusal Kitap Ödülü finalisti 2021 İngiliz Kitap Ödülleri, “Yılın Kitabı Ödülü” 2021 İngiliz Kitap Ödülleri, “En İyi İlk Roman Ödülü”
Granta dergisi tarafından en iyi genç Amerikalı yazarlar arasında gösterilen, kitapları New York Times çoksatanlar listesine giren, 2018’de Guggenheim edebiyat bursuna layık görülen Lauren Groff aynı yıl Ulusal Kitap Vakfı Kurgu Ödülü için finale kaldığı Florida’da okurun elinden tutup onu yabanın ve kentin birbirine karıştığı bir âleme, turistik reklamların ötesinde bir dünyaya götürüyor.
Florida’daki öykülerin satırlarının arasında bir panter geziniyor, kasırga iki kız kardeşin hayaletiyle beraber geliyor, anneler çocuklarını yetiştirmeye çalışıyor, bir yazar Maupassant’ın edebiyatının peşine düşüyor, bir kadın hayatını kökünden değiştirip sokaklarda yaşamaya karar veriyor. Burada yalnız oğlanlar büyüyor, yalnız kadınlar hayatta kalmaya çalışıyorlar. Güneşli manzaralar acıyı saklamakta maharetli olabilir belki ama yaşam kendini göstermekten, şifa aramaktan vazgeçmiyor.
Lauren Groff’un farklı on yıllar hatta yüzyıllarda geçen öyküleriyle Florida çaresizliğin kasırgaları kadar umudun kaçınılmazlığına dair de bir kitap.
“Lauren Groff kudretli ve zarif bir yazar, neslinin en iyilerinden.”
Jess Walter
“Florida’daki yağmurların dini bir yanı var denilebilir. Semavi olanla dünyevi olanın arasındaki sınırlar düzenli biçimde bozuluyor. Florida insanlar ile –hiçbirimizin kendi tercihiyle bulunmadığı– gezegenimiz arasındaki ilişkinin, hâkimiyet ve teslimiyetin iktidar mücadelesini aştığını anlatıyor.”
Genetik devrimin şafağında, DNA’mız tıpkı bilgi teknolojimiz gibi okunabilir, yazılabilir ve hack’lenebilir hale geliyor. Ancak insanlık olarak kendi genetik kodumuzu yeniden düzenlemeye başladığımızda; insan refahında nefes kesici ilerlemeleri gerçekleştirmek ile tehlikeli ve potansiyel olarak ölümcül bir genetik silahlanma yarışına inmek arasındaki farkı belirleyen, bugün yaptığımız seçimler olacak.
Biliminsanlarının bilimkurguyu gerçeğe dönüştürdüğü laboratuvarlara girin. En derin inançların, etiğin ve politikanın daha önce hiç olmadığı kadar zorlandığı ve insan olmanın ne anlama geldiğinin sorgulandığı bir geleceğe bakın. Çocuklarımızı tasarlayabilecek, ömürlerimizi büyük ölçüde uzatabilecek, hayatı yeniden sıfırdan inşa edebilecek, bitki ve hayvan dünyasını yeniden yaratabilecek mühendisliğe eriştiğimiz zaman geriye tek bir soru kalacak: Tüm bunları gerçekten yapmalı mıyız?
Darwin Hack’leniyor, okuru genetik mühendisliğinin birçok açıdan hayatımızın esas temellerini –seks, savaş, aşk ve ölüm– derinden sarsan bir keşfe davet ediyor.
Sütçü 2018 yılında Man Booker Ödülü’ne layık görüldüğünde Anna Burns’ün yazım hayatı, bel ağrıları nedeniyle durma noktasındaydı, küçük bir okur kitlesi vardı ve güçbela geçiniyordu. Önceki iki romanında da Kuzey İrlanda sorununu işleyen, hayatı bu çatışmaların etkisinde geçen Burns, Sütçü ile 2019’da Ulusal Kitap Eleştirmenleri Ödülü ve Orwell Politik Kurgu Ödülü’nü de kazandı, romandaki karakterleri isimsiz olsa da kendi ismini edebiyat tarihine yazdı.
Ortanca kız kardeş başını kitabına gömerek yürüyor. Derken bir dedikodu: “Diğer taraftan” ve “retçi” bir sütçüyle sevgiliymiş güya. Yalan bunlar, ortanca kız kardeşin başka bir sevgilisi var. Belki-sevgilisi. Sınırların sert çizgilerle çekildiği bu yerde dikkat çekmek tehlikeli. Özellikle de bekâr genç kadınlar için. Her yerde seni dinliyor, gözlüyor olabilirler ve sınırı aşmak için tek kelime yeterli.
Sütçü, kutuplaşmış bir toplumdaki gündelik terörün, her şeye sirayet eden siyasetin, asla bertaraf olamayacakların romanı.
“Anna Burns’ün Sütçü’de kullandığı dil inanılmaz. İlk sayfasından itibaren, kelimeleriyle, bizi kendi dünyasının gündelik dehşetine çekiyor.”
Man Booker Ödülü Jürisi
“Sütçü, terörizmle, cinsel tacizle, uzlaşmanın imkânsızmış gibi geldiği kör edici ayrımlarla, günümüzün kaygılarıyla yüklü… Bu coğrafyanın yoğun baskısı, komedi ile dehşeti birbirine öyle kaynaştırmış ki ortaya yepyeni bir alaşım çıkmış sanki.”
The Washington Post
“Sütçü olağanüstü bir kitap – zekice bir hassasiyetle belirli bir zamanı ve belirli bir çatışmayı öykülüyor ama politik tarafgirliğin, içgüdüsel, insani bağlılıklarımızı nasıl ezip bozduğunu anlatırken evrenselleşiyor. İğneleyici ama komik, öfkeli ama şefkatli üslubu mucizevi.”
Orwell Ödülü Jürisi
“Yetişkin dünya ile kaba absürtlüklerine karşı ergen bir öfke ve kara mizahla dolup taşıyor… Totaliter kontrolün –politik, cinsiyetçi, mezhepçi, toplumsal– çeşitli biçimlerine dair bir roman için, Sütçü’nün cazibeli bir iğneleyiciliği var.”
The New Yorker
“Bu kitapta sahici olmayan bir şey yok… Özgün, komik, ilgi çekici bir şekilde dolambaçlı ve eşsiz.”
Newyork Tımes Bestseller Kelly ve Zach bir kristal küre vaat etmişti ama bu ondan da fazlası. Yakında, sizi güldürecek ve nasıl olduğunu fark etmeden günümüzün çığır açıcı teknolojilerini gerçekten anlamanızı sağlayacak. Bu kitabı yakındadan da yakında okumalısınız. Alexıs Ohanıan Reddit’in kurucusu Üç boyutlu yazıcıda basmak varken hâlâ ev inşa etmek niye? İhtiyacımız olan hammaddeyi neden en yakın asteroitten almayalım? Bir uzay asansörü yapsak, masrafını çıkarır mı? Kulağa delice gelse de tüm bunların gerçek olabileceği bir zamanda yaşıyoruz! Ünlü karikatürist Zach Weinersmith ile araştırmacı Dr. Kelly Weinersmith, vücudumuzda gezinip hastalıkları iyileştirecek mikro robot sürülerinden nükleer füzyon enerjisiyle çalışan ekmek kızartma makinelerine, yakın gelecekte yaşamlarımızı güzelleştirecek –tabii her şey yolunda giderse– on yenilikçi teknolojiyi mercek altına alıyor. Kendi araştırmalarını, işin mutfağındaki bilimcilerle yaptıkları görüşmeler ve Zach’in özgün mizahıyla harmanlayan Weinersmith’ler, ortak geleceğimizin barındırdığı muhteşem olasılıkları ve onları gerçek kılmak için aşılması gereken bariyerleri görmemizi sağlıyor. Yakında şamatası bol, aynı ölçüde kışkırtıcı ve yetmezmiş gibi bilgi arsızı bir kitap.
Kristen Roupenian, 2017 sonbaharında, “Kedi Sever” [Cat Person] öyküsünün New Yorker’da yayımlanacağını öğrendiğinde otuz altı yaşındaydı ve daha önce sadece bir öyküsü matbu bir dergide yayımlanmıştı. Cinsel taciz ve şiddete karşı başlatılan #MeToo hareketinin en debdebeli günlerinde yayımlanan “Kedi Sever” derginin o yıl en çok okunan öyküsü oldu. Öyküde kendisinden yaşça büyük bir adamla randevuya çıkan üniversiteli bir kızın, iyi başlayan ama gittikçe tuhaflaşan akşamı anlatılıyordu. Birçok kadının aşina olduğu bir durumu anlatan öykü kısa sürede internette bir tartışma konusu oldu. Kimisi öykünün anlatıcısı kadını savunurken, kimisi erkeğin tarafını tuttu.
Kristen Roupenian, beklentileri alaşağı ettiği, cesur bir öykü derlemesi olan Bunu Sen de İstiyorsun’da tek numarası olan bir yazar olmayacağını kanıtlıyor. Sıradanla olağanüstünün birleştiği tedirgin edici noktada duran bu öykülerde, sevgilisinden yeni ayrılan dostları üzerinde kurdukları hâkimiyetten haz almaya başlayan bir çiftle, on yaşındaki bir kızın doğum günü partisinin o sihirli ama tehlikeli dilek sayesinde büründüğü akıl almaz dehşetle, kütüphanede bulduğu büyü kitabıyla en büyük arzusunu gerçekleştiren kadınla ve işyerindeki bir arkadaşına dişlerini geçirmeyi hayal eden bir ısırıkçıyla tanışacaksınız.
Bunu Sen de İstiyorsun, siniriniz bozulduğu için güleceğiniz, güldüğünüz için de kendinizi suçlu hissedeceğiniz, günümüzün endişelerini günümüze has tekinsizliklerle anlatan “o” kitap.
“ ‘Kedi Sever’ ve Bunu Sen de İstiyorsun’daki diğer öykülerin en özel yanı, yazarın dil, karakter ve hikâye üzerindeki ustalıklı hâkimiyeti – öyküleri ‘anlatıldığını’ hissettirse de o kadar yapmacıksız ve anlaşılır ki doğru olduğuna inanıyoruz.”
– New York Times Book Review –
“Rahatsız edici, unutulmaz ve –belki sapkınca da olsa– çok ama çok eğlenceli.”
– Kirkus Reviews –
“Bu öykü derlemesinde neyle karşılaşacağınızı bildiğinizi sanıyorsanız, yanılıyorsunuz. Bu öyküler keskin ve sapkın, karanlık ve tuhaf, nefes kesici ve tam anlamıyla çılgınca. Hepsini öyle çok seviyorum ki.”
– Carmen Maria Machado –
“Bunu Sen de İstiyorsun, bir yıkım güllesine ihtiyacı olan çağımızın tam da aradığı şey. Elinizden bırakamayacağınız bu yüksek sesli, içgüdüsel kitap, kötüye saran ilişkilerin yüreğine, modern çağın iletişimsizliğine ve insan olmanın diğer korkularının derinliklerine iniyor. Nazik değil. Aptallığa tahammülü yok. Asla taviz vermiyor. Okumalısınız.”
– Jeff VanderMeer –
“Kristen Roupenian sadece inanılmaz bir yazar değil, aynı zamanda insan ruhuyla ilgili hayatımın bir döneminde öğreneceğimi düşündüğüm ama asla öğrenemediğim şeyleri de biliyor. Bu kitabı okuduktan sonra dünyayı daha iyi anlamaya başladım.”
Guardian, Washington Post, New York Times, Boston Globe, The Economist
2018 Goodreads Okur Ödülü
Tara Westover’ın bir doğum belgesi olmadı. Okul kaydı yoktu çünkü hayatında hiçbir sınıfa ayak basmamıştı. Tıbbi dosyası yoktu çünkü babası tıp biliminden ziyade kıyamete inanıyordu.
Çocukluğunda Mormon babasının bağnazlığa, erkek kardeşinin şiddete teslim oluşunu izledi. Ve on altı yaşına geldiğinde Tara kendi kendini eğitmeye karar verdi. Bilgiye duyduğu açlık onu Idaho’nun dağlarından çok uzaklara, okyanusların ötesine, bir kıtadan diğerine, Harvard’dan Cambridge’e taşıdı. Neden sonra aklına şu soru düştü: “Acaba fazla mı uzağa gittim?”, “Eve dönmenin hâlâ bir yolu var mı?”
Çıktığı günden itibaren dünya çapında büyük övgü toplayan, pek çok yayın organı tarafından yılın kitabı seçilen ve şu ana dek 40 dile çevrilen Talebe bir kendini inşa öyküsü. Tara Westover, hiddetli bir sadakatle bağlandığı ailesinin, eğitim sayesinde yaşadığı değişimin ve ayrılık kederinin hikâyesini bizzat kendi hayat hikâyesini büyük yazarlara özgü bir içgörüyle anlatıyor. Yürek burkan ve umut saçan bir hikâye bu.
“Sarsıcı. . . Tara Westover’ın hayat hikâyesi sıra dışı ama kitabın merkezindeki sorular hepimize dair: Sevdiklerimiz için kendimizden ne kadar ödün verebiliriz? Büyüyebilmek için onlara ne kadar ihanet edebiliriz?”
Mary Wollstonecraft (1759 – 1797) : 38 yıl süren kısa ömrüne karşın, erkek egemenliğindeki felsefe alanında yazdıklarıyla, kendinden sonraki yüzyılları kadın hakları konusunda derinden etkileyen bir 18.Yüzyıl düşünürüdür. Dilimize ilk kez çevrilen ve günümüzden 215 yıl önce yayımlanan Kadın Haklarıın Gerekçelendirilmesi (1792) ise, bundan beş yıl sonra, geleceğin Frankenstein’ınıyazacak kızı Mary’nin doğumundan 11 gün sonra ölen Wollstonecraft’ın en temel yapıtıdır.
“Bu dünya… güçlülerin dünyası arkadaş! Var oluş ritüelimizin temelinde, güçlünün zayıfı yutarak daha da güçlenmesi yatıyor. Buna göğüs germeliyiz. Doğrusu da bu zaten. Doğal dünyanın bir kanunu olarak kabul etmeyi öğrenmeliyiz bu gerçeği. Bir tavşan bu ritüelin içindeki rolünü kabullenir ve kurdu güçlü beller. Kurt yakınındayken tavşan kendini savunmak için sinsileşir, korkaklaşır, atikleşir, kendine delik kazar ve saklanır. Böylece sebat eder ve hayatını sürdürür. Yerini bilir. Kurda asla ve asla meydan okumaz. Akıllılık olur mu hiç öylesi? Söylesene, olur mu?”Amerikalı yazar Ken Kesey’nin en önemli eseri kabul edilen ve aynı isimle sinemaya uyarlandığında büyük ses getiren Guguk Kuşu, en kısa tabirle, bir düzene başkaldırma hikâyesidir. Akıl hastanesindeki mahkûmlar onca yıldır kendilerine dayatılan düzeni açıkça sorgulamaya başladıklarında her şey hızla değişime uğrayacaktır…
“İnsanın dünyaya bakışını değiştiren bir kitap bu. Varlıklara yaklaşımını değiştiren bir kitap; öyle ki bugünlerde ineklerin otladığı bir çayırın yanından geçsem, kendimi artık onların dostluklarına, görünüşlerine kafa yorarken buluyorum. Young’ın kitabını okumadan önce hayal ürünü olarak göreceğim, hatta saçma bulacağım düşünceler… Ama artık değil.”
Ya Ben Yoksam? Benliğin Labirentinde Bir Gezinti şizofreni, otizm, Alzheimer, epilepsi, Cotard sendromu gibi çeşitli hastalıklara ilişkin en yeni sinirbilim araştırmalarının ışığında insanın benlik algısını araştıran müthiş bir çalışma.Anil Ananthaswamy bu rahatsızlıklar konusundaki kapsamlı araştırmalarını ve hastalarla yaptığı görüşmeleri birleştirerek benlik konusundaki düşünüşümüzü kökten değiştirecek yeni bir bakış açısı sunuyor. Bir hasta fazlalık olduğunu düşündüğü bacağını kesip atarken, bir başkası evrenle bütünleştiğini hissediyor. Hastalıkları nedeniyle geçmişteki kimliklerinden çok şey yitirmiş olan bu kişiler, benliğin geride kalanlarla da varlığını sürdürdüğünü kâh şaşırtıcı kâh üzücü deneyimlerle ortaya koyuyorlar.
Bugün benlik hakkında öğrendiklerimiz sayesinde, zihin ve beden arasında ayrım yapılamayacağını biliyoruz. Peki, o halde benlik tam olarak nerede yer alır; beyinde mi, zihinde mi, bedende mi? Ya Ben Yoksam? Benliğin Labirentinde Bir Gezinti sinirbilimin benlik algımıza ilişkin bulgularını renkli bir anlatımla sunuyor.
Anil Ananthaswamy New Scientist dergisinin danışman kadrosunda yer alıyor. California Üniversitesi Santa Cruz’daki bilim yazarlığı programında misafir editörlük yapıyor ve Hindistan, Bangalor’daki Ulusal Biyoloji Bilimleri Merkezi’nde bilim gazeteciliği dersi veriyor. İngiltere Fizik Enstitüsü’nün Fizik Gazeteciliği Ödülü’nü ve Britanya Bilim Yazarları Birliği’nin En İyi Araştırmacı Gazeteci ödülünü kazanan Ananthaswamy’nin ilk kitabı The Edge of Physics 2010’da Physics World tarafından yılın kitabı seçildi. Ananthaswamy Hindistan, Bangalor’da ve California, Berkeley’de yaşıyor.
The Other Side of the Couch (The Naked Lady Who Stood on Her Head)
Yazar
Dr. Gary Small, Gigi Vorgan
Kategori
Psikoloji Bilimi
Editör
N/A
Yayınevi
Doğan Kitap
Sayfa sayısı
336
Baskı tarihi
Mart, 2018
ISBN
978-605-09-4146-3
Terapi koltuğunun ardındaki sırlar… Hep onlar mı bizi dinleyecek? Bu defa geçmişini anlatan, bir psikiyatristin ta kendisi. Koltuğa oturun ve kulak kabartın. Dr. Gary Small’un, Boston’un kalabalık acil servis koridorlarından Los Angeles’ın golf sahalarına uzanan hikâyesinde karşılaştığı vakalar kimi zaman tuhaf, kimi zaman da gizemli, ama hepsi gerçek. Akıl hastalıklarının ilginç dünyasına kapı aralayan Bir Psikiyatristin Gizli Defteri sizi çok şaşırtacak.
“Bregman’a kulak verin. Geleceği şekillendirme işinde büyük gelecek vaat ediyor.” – Guardian –Çoğumuz mutlu olmadığımız işlerde haddinden fazla çalışıyor, kalan zamanda pek de ihtiyacımız olmayan şeyleri tüketerek mutlu olmaya uğraşıyoruz. Mesele bunun iyi olmaması ya da ileride her şeyin daha kötü olabileceği değil. Uygarlığımızın yönünü pek çok kez değiştirdik, bir kez daha değiştirebiliriz. Mesele elimizdekinden daha iyisini hayal edemiyor olmamız. Bugünün büyük fikirleri nerede? Son büyük idealimiz “satın alma gücü” müydü? Bundan böyle uygarlığımızın büyüklüğünü, neyi ölçtüğü meçhul gayrisafi milli hasıla üstünden mi konuşacağız?“Gerçekçiler İçin Ütopya, bir geleceği tahmin girişimi değil, geleceğin kilitlerini açma girişimi,” diyor Bregman. “Ve bunun için, ütopyalara geri dönmeliyiz.” Köleliğin kaldırılmasından kadın erkek eşitliğine, uygarlığımıza kilometre taşı olmuş pek çok gelişme, öncesinde birer ütopyaydı. Gerçekçiler İçin Ütopya, pek çok saha çalışması, deney ve vakadan faydalanarak, günümüzde ütopik gelebilecek kimi fikirlerin (mesela çalışsın çalışmasın herkese temel gelir) aslında erişilebilir olduğunu gösteriyor. Yeter ki tüketim üstüne kurulmuş, piyasa gerçekleri üstünde uzlaşmış bir uygarlıktan daha iyisi olabileceğimizi hatırlayalım.
Yeter ki yeniden büyük hayaller kuralım.
“Sağ-sol klişeleriyle dolu beylik tartışmalara doyduysanız, cesur düşünce, taze fikirler ve kanıt temelli argümanlarla dolu Gerçekçiler İçin Ütopya’yı seveceksiniz.” –Steven Pinker –
“Sızlanmaktan bir adım öteye geçmek isterseniz, bu kitabı okuyun.” – Evening Standard
Vietnam asıllı Amerikalı yazar Nguyen’den edebiyat dünyasında büyük yankı uyandıran, hakları otuza yakın ülkeye satılan ve yirmiden fazla yılın kitabı seçkisinde yer alan sarsıcı bir ilk roman.Pek çok prestijli ödüle layık görülen Sempatizan, bir gerilim romanının heyecanı ve Saul Bellow’la karşılaştırılan tarzıyla insanın ayaklarını yerden kesen bir dostluk ve ihanet destanı. Çift taraflı çalışan komünist bir ajan, kendi deyimiyle “çifte akıllı” bir adam olan hikâyenin anlatıcısı, Saygon’un düşüşünden sonra Amerika’ya gelerek Los Angeles’taki diğer sürgün Vietnamlılarla birlikte yeni bir yaşam kurmaya çalışırken, bir yandan da Vietnam’daki komünist üstlerine gizlice raporlar gönderen Yarı Fransız yarı Vietnamlı bir istihbarat subayıdır.
Sempatizan, hem kimlik ve göçmenlik üzerine çok yoğun bir keşif yolculuğu, hem insanı esir alan bir casusluk romanı, hem de güçlü bir aşk ve dostluk hikâyesi.
2016 Edgar En İyi İlk Roman Ödülü
2016 PEN/Faulkner Ödülü Finalisti
2016 Dayton Edebiyat Barış Ödülü
2015 Kurmaca Merkezi İlk Roman Ödülü
2015-2016 Asya/Pasifik Amerikası Edebiyat Ödülü
2016 California İlk Kurmaca Kitap Ödülü
2017 Asya Amerika Çalışmaları Birliği Yaratıcı Yazıda En İyi Kitap Ödülü
MacArthur ve Guggenheim Fellowship Ödülleri
New York Times Çok Satanı
Bu kitabın iki vaadi var: sadece tek bir denklem kullanmak (E = mc2) ve hiçbir okuru geride bırakmamak. Üç yüz seksen sayfa ve beş milyar yıllık göz alıcı bir yolculuk.”-Alexander Masters – The Spectator-
Evrende yalnız değiliz.
Evrene yapacağımız bu yolculukta da.
Kumsalda yatmış gökyüzünü seyrederken biri elimizden tutuveriyor ve bizi muazzam bir yolculuğa çıkarıyor; karadeliklere, en uzak galaksilere ve kâinatın başlangıcına götürüyor.Bir atomun çekirdeğine dalıyor, zamanda yolculuk ediyor, Güneş’in içine giriyoruz. Dokunuyoruz. Christophe Galfard, evreni avucumuza bırakıyor.
Fransa’da yılın bilim kitabı seçildikten sonra 20 dile çevrilen EVREN AVUCUNDA kısa sürede bir popüler bilim klasiğine dönüştü. Gezegenimizin en özel bilim anlatıcılarından Christophe Galfard –ki kendisi Stephen Hawking’in öğrencisi– denklemler yerine hayal gücümüzden faydalanarak bizleri kelimenin gerçek anlamıyla “bambaşka dünyalara” götürüyor.
ABD’de yaşayan Japon asıllı genç yazar Takumi Sato, bir cinayete kurban giden karısının katilinin peşine düşen Sam Sumida’nın hikâyesini konu edinen bir roman yazmaya baslar ve ilk bölümlerini New York’taki bir yayınevine gönderir. Fakat tam da o günlerde Pearl Harbor saldırısı yaşanmıs, ardından ABD’de yaşayan Japonlara yönelik sistemli saldırılar ve şoven-ırkçı propaganda makinesi devreye girmiştir.
Bu kosullarda, ticari ve politik kaygılarla dosyası reddedilen Sato’ya, editör Maxine Wakefield’ın bir önerisi vardır: “Vatansever” duygulara hitap eden, “kanıyla canıyla Amerikalılaşmış” Koreli özel dedektif Jimmy Park’ın kahramanı oldugu popüler bir casusluk romanı yazmak ister mi acaba?
Takumi Sato, ABD’de yasayan Japonların gönderildiği toplama kampında kendi romanını da yazar (Değiştirilen), ondan isteneni de (Orkide ve Gizli Ajan). Tüm bu süreçte yayınevinin editörü Maxine Wakeeld’ın karanlık gölgesi -mektuplarla da olsa üzerinden kalkmayacaktır. Gordon McAlpine’ın zekice kurguladığı, iç içe geçen ve birbirini etkileyen bu üç hikâyeden oluşuyor Romanından Kaçan Kahraman. Çok katmanlı bir eserin sahip olması gereken tüm nitelikleri taşımakla kalmıyor; yoksullar ve “ötekiler” için şiddet ve yıkım getiren bir dönemin eleştirisini de dürüstçe ve iyi bir edebiyat yapıtına yakışacak ustalıkla yapıyor.
Başlangıçta yeterince genç, yeterince sersemdirler; kendilerinden ve birbirlerine olan aşklarından emin. Belirsizlikler bile heyecan vericidir. Evlenirler, çocukları olur ve aile hayatının olağan afetleri onları da bulur – kolik bir bebek, sendeleyen ilişki, pili bitmiş tutku.
Yeterince yok sayıp duvara toslayınca kadın –ki artık kendinden eş diye bahsetmektedir– geçmişe döner ve Kafka’nın, Stoacıların, hatta talihsiz Rus kozmonotların rehberliğinde onları bu noktaya getiren adımların izini sürmeye başlar. Ta ki neleri tamamen kaybettiklerini ve ellerinde ne kaldığını bulana dek.
Jenny Offill’in pek çok dile çevrilen ve eleştirmenler tarafından yılın en iyileri arasında gösterilen romanı EŞ kırık dökük bir aşk hikâyesi. Bir oturuşta bitirebileceğiniz ama yankısı zihninizde asılı kalacak güçte bir roman.
SENE 1962. Güneşin kavurduğu İtalya sahilinin kayalık sırtlarında, göğsüne dek hayallere dalmış bir otel sahibi Ligurya Denizi’nin göz kamaştıran sularına bakarken bir serap görüyor: Uzun boylu, incecik bir kadın, beyazlar içinde bir hayal, tekneyle ona yaklaşıyor. Çok geçmeden kadının çiçeği burnunda Amerikalı bir aktris olduğunu öğreniyor. Ve bir de yakında öleceğini…
Sonra hikâye dünyanın diğer ucunda ve günümüzde yeniden başlıyor. Yaşlı İtalyan bir adam Amerika’da bir film stüdyosunun kapısında dikilmiş, en son yıllar önce otelinde gördüğü gizemli kadını arıyor.
Güzel Harabeler, 2. Dünya Savaşı’ndan Richard Burton’la Elizabeth Taylor’ın aşkına kadar, sayısız anı sayısız insanla buluşturan çok özel bir roman. Hiçbir şeyin umduğunuz kadar basit olmadığı aşkları, kiminin karşı durduğu, kiminin boyun eğdiği arzuları, seçilen yolları ve vazgeçilen hayatları anlatıyor.
Muhteşem yaratıcılığı ve kesintisiz şaşırtıcılığıyla Güzel Harabeler bir yandan olmadık hayallere tutunurken, bir yandan da yaşamları kayalık kıyılarında gezinen kusurlu ama büyüleyici insanların öyküsü…
“Pasquale Tursi o an bölük pörçük hissetti kendini. Hayatı artık iki hayattı: Yaşayacağı hayat ve sonsuza dek merak edeceği hayat.” New York Times, Washington Post, NPR, Esquire, Publisher Weekly, Kirkus “2012 YILININ EN İYİ KİTABI” seçkilerinde.
“Edebi sihir.” NPR
“Bu kitap bundan sonra her daim var olacak.” Boston Globe
“Delice sevmek üstüne bir abide.” New York Times
“Sözü dolandırmak niye? Bu bir başyapıt.” Richard Russo
Adam Napier hayatına yeniden başlamak için Johanesburg’dan ayrılır. İşsiz ve amaçsızdır ama içinde edebiyat hırsı vardır, şiir yazmak ister. Hayatını gözden geçirip içindeki şairi uyandırmak için savana kasabalarından birinin kıyısındaki, ağabeyine ait yıkık dökük eve taşınır.
Burada tesadüfen karşılaştığı eski okul arkadaşı Canning, Adam’ı savanların ıssızlığından ayırıp ona ülkenin yeni para ve güç dalgalarıyla şekillenen yüzünü gösterir. Sömürgeci eski zenginlerin ve erk kazanmaya başlayan siyahların yeni Güney Afrika rüyasından pay koparmak için acımasızca mücadele ettiği karmaşık ve tehlikeli dünya, Adam’ı da girdabına çekmeye başlar.
“Kocalarımızı ilk gördüğümüzde onları kesinlikle tanıyamayacağımızı bilmiyorduk. Bize gönderilen fotoğrafların yirmi yıl önce çekildiğini bilmiyorduk. Bize yazılan mektupların kocalarımız değil, mesleği yalan söyleyip gönülleri fethetmek olan, güzel el yazılı kişiler tarafından yazıldığını bilmiyorduk. Suyun ötesinden isimlerimizle bize seslenildiğini ilk duyduğumuzda birimizin eliyle gözlerini kapatıp arkasını döneceğini ama diğerlerimizin başlarımızı öne eğip kimonolarımızın eteğini düzelterek sakin ve ılık güne adım atacağını bilmiyorduk. Burası Amerika, diyecektik kendimize, endişelenmeye gerek yok. Ve yanılmış olacaktık.”
Natıonal Book Award 2011 Finalisti Pen / Faulkner 2012 En İyi Roman Ödülü “Yılın En İyi Kitabı” Vogue, Boston Globe
Japonya’dan San Francisco’ya giden gemiye bindiler hep birlikte, ellerinde kocalarının birbirinden yakışıklı fotoğraflarıyla. Gelindi onlar; yabancı topraklarda, dükkan, bağ bahçe sahibi kocalarıyla kuracakları refah yaşamın hayaline kapıldılar -çünkü onlara bunun sözü verilmişti. Sonra kocalarını gördüler; ilk şoku yaşadılar, ilk geceyi atlattılar. Müstakbel kocalarının onlara yalan söylediğini, evlerinin hanımı olmayacaklarını öğrendiler; çok ama çok çalıştılar, tarlalarda iki büklüm mahsül topladılar, beyaz tenli uzun boylu kadınların yerlerini sildiler, çamaşırlarını yıkadılar, yemeklerini yaptılar, erkeklerine hizmet ettiler. Çocuk doğurdular; bir, iki, beş, on. O çocuklar büyüyüp de kimliklerini reddettiğinde üzülmemeye çalıştılar. Yeni topraklar sonunda memleketleri oldu. Ve savaş gelip çattı bir gün, yeni memleketlerinde “düşman” oldular.
Julie Otsuka’nın 2011 National Book Award finalisti romanı TAVAN ARASINDAKİ BUDA yüz yıl kadar önce gemiyle Japonya’dan San Francisco’ya “fotoğrafla eşlenmiş gelinler” olarak getirtilen bir grup genç kadının yürek burkan öyküsünü, şiirsel bir etkileyicilik ve hiddetle aktarıyor.